Aslında bu durum Çin için insan hayatının hiçbir değerinin olmadığını göstermek için yeter. Tıpkı organ nakli pazarında kendisine muhalif görüp hapse tıktığı başta Uygurlar olmak üzere diğer azınlıkların ve grupların mensuplarını satılacak ticari olarak görmesi gibi. Komünist Parti, Uygur halkının DNA’larını toplayarak organ nakli bankasının veri tabanını da büyütüyor.
Organ ticareti üzerine araştırmalar yapan China Tribunal’ın mart ayı başında yayınladığı yeni rapor Komünist Parti yönetiminin insan hayatını nasıl hiçe saydığını gözler önüne seriyor. 563 sayfalık rapora göre Pekin için başta Budist Öğretileri yayan Falun Gong ve Uygur halkı öncelikli hedef haline gelmiş durumda. Bu iki toplumun dışında Tibet halkı ve diğer azınlıklar da organları zorla alınan gruplar.
China Tribunal’ın raporunda 1949 yılından itibaren Uygur halkının maruz kaldığı baskının tarihçesi ve canlı tanıkların ifadeleri ile Doğu Türkistan’da neler yaşandığı anlatılıyor. Buna göre, daha önce Uygur Hareketi’nin de gündeme getirdiği DNA toplanması da organ ticaretinin bir parçası. Ücretsiz sağlık kontrolü adı altında Uygurların DNA’ları toplanıyor ve bunlar Organ Bankası için dataya dönüştürülüyor. Raporu hazırlanmasına katkıda bulunanlardan Enver Tohti, bugüne kadar 15 milyondan fazla Uygur’dan kan örnekleri ve DNA toplandığını bu verilerin Çin’in organ nakli bankası için de kaydedildiğine dikkat çekiyor. Kamplara gönderilen Uygurların önemli bir kısmı içki ve sigara kullanmadığı için onların bedenleri, organ piyasası için daha değerli görülüyor Çin hükümeti nazarında. Bugün toplama kamplarında hayatını kaybedenlerin organları ailelerinden habersiz bir şekilde alınıyor. Tanıkların anlattıklarına göre kampta vefat eden bir kişi olduğu zaman sadece yüzü gösteriliyor. İslam dininin gereği olarak defnedilmeden önce yıkanmasına izin verilmiyor. Bu durum vefat edenlerin organlarının alındığının işareti.
Geçen yıl bu konuyu Birleşmiş Milletlerin de gündemine taşıyan kuruluşun en son raporunda Uygur Türklerinden canlı tanıkların da ifadeleri yer alıyor. Kazakistan vatandaşı Gulbahar Jelilova, tutuklu kaldığı sürede organ nakli için kadınların alınıp götürüldüğünü anlatıyor. Kendi kaldığı hücrede dahil olmak üzere çok sayıda kadın koğuşlardan toplanarak götürüldü ve bir daha geri dönmedi. Jelilova’nın hücreye konulmadan önce bütün elbiseleri çıkarılarak muayene edilmiş, kan ve idrar örnekleri alınmış. Bir hafta geçmeden diğer mahkumlarla kafalarına siyah torbalar geçirilerek tekrar ‘sağlık kontrolü’ne götürülmüş. Burada ultrason ile muayene yapılmış. Her hafta düzenli olarak çıplak ve elleri kolları bağlı vaziyette kontrollere devam edilmiş. Çin zulmüne maruz kalanlardan bir başka isim olan Mihrigül Tursun ise 60 kişi kaldıkları koğuşta ayakları zincirli vaziyette tutulduklarını anlatıyor. Gardiyanlar zaman zaman gelerek onlara ne olduğunu bilmedikleri haplar veriyor. Bu haplarla bilinç seviyeleri düşürülüyor ve bir başka sıvı içirtilerek doğum yapma özellikleri yok ediliyor. Tursun, sadece kendisinin işkence ve baskılara dayanamayan 9 kişinin öldüğüne şahitlik ettiğini aktarıyor.
Çin’in zulmünden kurtulup Avrupa’ya sığınanlardan Ömer Bekali’de gözaltına alındıktan sonra iki saate yakın sağlık kontrolünden geçtiğini söylüyor. İşkence edilip hapse gönderilmeden önce yeniden hastaneye götürülüp baştan aşağıya bir kez daha muayene edilmiş. Bekali, bu yaşananlardan sonra organlarının alınıp satılacağını düşünmüş. Hapiste kaldığı süre içerisinde ayaklarından zincirli vaziyette tutulmuş ve Mandarince konuşuncaya kadar ailesi ile görüşmesine izin verilmemiş. Abdulweli Ayup ‘kaplan zinciri’ olarak tanımladıkları yöntemle işkenceye maruz kaldıklarını anlatıyor. Polisler o ve diğer Uygurları işlemedikleri suçları itiraf etmesi için öldüresiye dövmüştü. Bir sonraki aşamada elbiseleri parçalanarak 20 polis tarafından cinsel tacize maruz kaldı. Bu canlı tanıkların anlattıkları bugün Doğu Türkistan’da Uygurların başlarına gelenlerden sadece birkaç örnek. Yasal olarak olmayan bir suç uydurulup toplama kamplarına gönderildikleri ve herhangi bir mahkemeye çıkarılmadıkları için de ne kendilerinin ne de ailelerinin onların savunma imkanları maalesef bulunmuyor.
China Tribunal, hem Falun Gong hem de Uygur halkına yapılan bu zulümlerin hiç şüphesiz bir şekilde soykırım suçu kapsamına girdiğini vurguluyor raporunda. Falun Gong ve Uygur halkına yönelik Çin Komünist Partisi’nin işlediği suçlar şöyle sıralanıyor; öldürme, yok etme, uluslararası hukuka aykırı şekilde hapse atma, işkence, cinsel taciz, tecavüz, ortadan yok etme, dil, din ve ırka göre ayrımcılık yapma. Bütün bu suçlar sistematik olarak uygulanmaya devam ediyor. Bugün Çin’in yaptığı ile Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırım veya Rwanda’daki katliam birbirine benziyor.
BMC Medical Ethics tarafından hazırlanan bir başka raporda her yıl başta Müslüman Uygurlar olmak üzere azınlıklardan ve muhaliflerden 90 bin kişinin idam edildiği ve organlarının satıldığı vurgulanıyor. Tıpkı Corona virüs konusunda olduğu gibi bu konuda da dünyadan gerçekleri gizleyen Çin hükümetinin yıl da 10 bin organ nakli yaptığı iddiası da bu raporla çürütülüyor. Raporda Çin’in zorla çaldığı organları, ‘gönüllü bağışlamış’ gibi gösterdiğine de dikkat çekiliyor. Çin yıllardan beri idam edeceği mahkumları bazı mahkumları kurşuna dizerken önce yaralıyor, sonra organlarını alıyor sonra hayatına son veriyor. Dr. Enver Tohti’nin 1995’te yaşadıkları bunun en çarpıcı örneği. Tohti, Urumçi’de iken hastaneden idam edilmiş birisinin böbreklerinin alınıp nakledilmesi için çağrılıyor. Mahkûmun bedenini çevirmediğinde tam olarak ölmediğini fark ediyor. Çinliler organın canlı olarak alınabilmesi için göğsünün sağ tarafından vurmuştu. Baş hekim anestezi yapılmadan böbreklerinin alınması için baskıda bulunuyor. Böbrekleri alındıktan sonra mahkûmun hala kalp atışları görülüyordu.
Dünya Uygur Kurultayı Başkanı Dolkun İsa da Çin hükümetinin Uygurlardan topladığı DNA’larla genetik bir veri bankası oluşturduğunu belirterek, “Genetik bilgilerin toplanması aynı zamanda organ nakli için Uygurların kolay bir hedef haline gelmesini sağlıyor” diyor. Organ kaçaklığının Uygurlara yapılan baskının ve onlarcasının yok olmasının cevabını da verebileceğini söyleyen İsa, bunun bir vahşet olduğunu vurgularken, “Bu zulmü maruz kalanların bir kez daha vahşete maruz kalması, ailelerine yeni acıların yaşatılması demek. Kişilerin organlarının satılacak ve kar edilecek bir parça gibi görülmesi insanlığa aykırı. Bu çok acımasızca işlenen bir suç” değerlendirmesini yapıyor.
Kaynak: campaignforuyghurs
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.