Çinli kadın, Doğu Türkistan'daki kamplarda şahit olduğu işkence ve organ ticaretini anlattı
İsrail gazetesi Haaretz, yıllardır sürdüğünü iddia ettiği kan dondurucu uygulamayı, tanık ifadeleri ve uzmanların açıklamalarıyla gündeme taşıdı.
04 Aralık 2020 Cuma 15:16
Haaretz'e konuşan Çinli bazı uzmanlar ve aktivistler, Doğu Türkistan'daki toplama kamplarında tutulan Uygur Müslümanlarından her yıl binlerce kişinin öldürüldüğünü ve bu kişilere ait organların zengin Çinli ve yabancı hastalar için alındığını iddia ediyor. Pekin yönetimiyse tüm suçlamaları reddediyor.
Şu an Avrupa'da yaşayan Huiqiong Liu adlı kadın, 1990'larda Çin'in baskı uyguladığı Falun Gong hareketiyle mücadele kapsamında 2001'de Pekin'deki evinde tutuklanıp Çin'in "yeniden eğitim kampı" adını verdiği bir merkeze gönderilmişti.
Haaretz'e o günleri videolu görüşmeyle anlatan Liu, "Sorgu akşam 9'da başlayıp ertesi gün öğlene kadar sürdü. İçlerinden 5'i bana vurmadı ancak 6. bir adam beni dövüp 'Organlarını çıkaracağız, sonra da bedeninin kalanı yakacağız' diye tehdit etti" diyor
Kampta 2005-2007 arasında 18 ay kaldığını, tutuklanmasının ardından test için hastaneye kaldırıldığını belirten kadın, "Doktora kalp sorunum olduğunu söyledim ama bana kalbimin iyi olduğu cevabını verdi. Kalbimi alıp almayacaklarını sordum. 'Buna daha üst rütbeli biri karar verecek' dedi" diye konuşuyor.
Ardından açlık grevine girip 40 kiloya kadar düştüğünü ifade eden Liu, doktorların da organların artık kullanılabilir durumda olmadığına kanaat getirdiğini anlatıyor.
"Hastaneye götürülenler bir daha geri dönmedi"
Hapsedildiği sırada kan testleri, kan basıncı testleri, röntgenler ve EKG'lerden de geçirildiğini söyleyen Liu şöyle devam ediyor:
Bazen bizi hastaneye götürürlerdi. Diğer zamanlarda da kampa tıbbi ekipmanla dolu büyük bir araç gelirdi ve kontroller orada yapılırdı. Bize tüm numaraları verdiler ve doktorlar durumumuzu takip edecekti. Doktorlar sadece rakamları biliyordu, isimlerimizi değil. Bazen belirli bir numaranın hastaneye götürülmesini isterlerdi. O insanlar asla geri dönmedi.
Liu başka bir önemli kanıtı daha olduğunu söylüyor:
İlk tutuklanmam sırasında hastaneye götürülmeden önce parmak izlerimle imzalamam için bana bir form verdiler. Form zaten doldurulmuştu ama üzerindeki ad ve adres bana değil tanımadığım birine aitti. İmzalamak istemedim ama yine de yaptırdılar. Neyi imzaladığımı görmeme izin vermediler ancak benimle tutuklanan diğer kadınlara sorduğumda, içlerinden ölüm cezasına çarptırılan bir kadın bana bunun öldükten sonra organlarımı bağışlamaya istekli olduğumu gösteren bir rıza formu olduğunu söyledi.
Haaretz, sözde "organ bağışçılarının" dosyalarında bu kişilerin aslında kimler olduğuna dair hiçbir bilgiye yer verilmezken isim olarak da "XXX" ifadesinin kullanıldığını aktarıyor.
Onlarca yıllık süreçte Çin'in yükselen siyasi ve ekonomik gücünün yanı sıra, insan hakları ihlalleri ve azınlıklarla rejim karşıtlarına yönelik baskılarına ilişkin raporlar da gündeme geliyor.
Bu süre zarfında, Çinli yetkililer on binlerce Falun Gong uygulayıcısını işkence ve infaza tabi tutmak, bu kişilerden organ toplamak ve organları nakil ihtiyacı olan hastalara satmakla suçlanıyor. Pekin yönetimiyse ülkenin kuzeybatısındaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde Uygurlar başta olmak üzere Müslüman azınlıklara yönelik "baskı, etnik temizlik ve hatta soykırım" suçlamaları da yöneltiliyor.
Sayısız tanıklığa göre, en büyüğü 12 milyonu bulan Uygur Müslümanları başta olmak üzere azınlık grupların, haklarına ve özgürlüklerine dair kısıtlamalara maruz kaldığı, çocukların ebeveynlerinden ayrı tutulduğu ve bölgede zorla kürtaj uygulandığı iddia ediliyor. Sincan'daki azınlık gruplarının 1 milyondan fazla üyesinin şu anda zorla çalıştırma, tecavüz ve işkence ithamlarıyla anılan ve Pekin'in "yeniden eğitim kampı" olarak nitelediği merkezlerde olduğuna inanılıyor.
"Hasat Sincan'ı hiç terk etmedi, sadece tatile çıkmıştı"
Haaretz'e göre, birçok uluslararası araştırmacı ve insan hakları aktivisti, Sincan'daki azınlıklara yönelik baskının daha da kötüleştiğini ve bazı mahkumların öldürülüp organlarının toplandığını ileri sürüyor.
Bu konuda dünya çapında çalışmalarıyla tanınan Amerikalı bağımsız araştırmacı Ethan Gutmann, bahsi geçen uygulamanın gerçekleştiğine kesin olarak inanıyor.
"Hasat Sincan'ı hiç terk etmedi, sadece tatile çıkmıştı" diyen Gutmann şöyle devam ediyor:
Çin Komünist Partisi (ÇKP) ilk olarak 1994 gibi erken bir tarihte Sincan'ın infaz sahasında idam sırasındaki suçlulardan canlı organ toplanmasını denedi. 1997'ye gelindiğinde, cerrahlar yüksek rütbeli ÇKP kadrosu için Uygur siyasi ve dini mahkumlardan karaciğer ve böbrek alıyordu.
"Cerrahların infazcı olarak kullanılmasıyla yaşanan nakil faaliyetlerindeki patlamadan" bahseden Gutmann, "Bu iş, Falun Gong organlarıyla beslendi. Şimdilerde Çin'in genç ve sağlıklı Falun Gong'u bitiyor gibi görünüyor ve partinin ölüm makinesi de Sincan'a döndü.
Çin'de Organ Nakline Son Verme Uluslararası Koalisyonu'nun (ETAC) ortak kurucusu, Komünizmin Kurbanlarını Anma Vakfı'nda (VOC) Çin araştırmacısı ve 2017 Nobel Barış Ödülü adayı Gutmann şunları ekliyor:
İnfazlar ve organ toplama faaliyetleri düzensiz ya da yerel değil. Çin'in nakil hacmi yılda 60 bin ile 100 bin arasında değişiyor. Pekin'in geniş nakil altyapısını sökmeye hiç niyeti yok. 15 milyonu aşkın Uygur, Kazak, Kırgız ve Hui doku uyumuyla ilgili kan testlerinden geçirildi. 1 milyondan fazlası kamplarda. Yani evet, ÇKP potansiyel olarak çok kârlı bir etnik temizlik politikası yarattı.
2014 tarihli "The Slaughter: Mass Killings, Organ Harvesting, and China's Secret Solution to Its Dissident Problem" (Kıyım: Toplu Katliamlar, Organ Hasatları ve Çin'in Muhalif Sorununa Gizli Çözümü) kitabının yazarı Gutmann, Sincan'da her yıl en az 25 bin kişinin öldürüldüğüne ve organlarının alındığına inanıyor.
Alıcılar "Japonlar, Almanlar, hatta Müslümanlar"
Bu organların nakledildiği hastaların çoğunun Çinli olduğunu ancak büyük kâr marjlarının "sağlık turistlerinden" geldiğini belirten Gutmann, listede Japonlar, Güney Koreliler ve Almanların yanı sıra Körfez ülkelerinden Müslümanlar olduğunu ileri sürüyor. Araştırmacı, "Teoriye bakılırsa bunun sebebi, domuz eti yemeyen insanlardan alınan organları tercih etmeleri" yorumunda bulunuyor.
Yine VOC araştırmacısı ve Avustralya Devlet Üniversitesi doktora öğrencisi Matthew Robertson da Uygurların Sincan'da toplu hapsedilmesiyle organ nakillerindeki artış arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu savunuyor:
"Gönüllülerden" organ nakillerinin hızla arttığının iddia edildiği son birkaç yılda bir milyondan fazla Uygur, gözaltı kamplarında ve hapishanelerde tutuluyor… Uygurların, organ uyumu ve naklinde önkoşul olan organ sağlığını değerlendirmek için gerekli kan testleri ve diğer tıbbi muayenelere tabi tutulduğuna dair raporlar ortaya çıktı. Haklarında idam cezası verilmemiş olanlar da dahil olmak üzere mahkumların bu işte kullanıldığı bir geçmiş var.
Diğer yandan Çin rejiminden şüphelenenler sadece Robertson ve Gutmann değil. Londra'da önde gelen Britanyalı insan hakları savcısı Sir Geoffrey Nice başkanlığındaki uluslararası bir mahkeme geçen yıl Çin'in masum insanlara yönelik zorla organ toplama kampanyasının, dünyanın "işlenmiş en kötü zulümlerinden biri" olan "insanlığa karşı suç" olduğunu ilan eden bir rapor yayımlamıştı.
Uygurlar İçin Kampanyası'nın kurucusu ve yönetici direktörü Rushan Abbas da 2019'da yaptığı bir konuşmada, Çin'in "milyonlarca insanın zorla DNA testinden geçirildiği ve kesilmeye hazırlandığı organ çiftlikleri kurduğunu" ileri sürmüştü
"Bugün burada gördüklerinizi unutun dediler"
1990'larda Sincan'ın başkenti Urumçi'nin kuzeyindeki bir hastanede genç bir cerrah olan Enver Tohti de o sıralarda başından geçenleri Haaretz'le paylaştı.
1995'te iki kıdemli cerrahın ona "vahşi bir şey yapmak isteyip istemediğini" sorduğunu söyleyen Tohti, Londra'daki evinden telefonla verdiği röportajda şunları anlatıyor:
Benden en büyük mobil ameliyat kitini almamı ve ertesi sabah asistanları, hemşireleri ve anestezistleri hastane kapısına getirmemi ve ambulansa katılmamı istediler. Ertesi sabah kapıda toplandık ve başcerrahlar bize onları takip etmemizi söyledi. Batıdaki dağlık bölgede yer alan hastanemize doğru ilerledik ancak yolculuğumuzun ortasında sola döndük ve şoförümüz infaz alanına gideceğimizi söyledi.
"O anda sıcak yaz havasında bile üşüdüm" diyen Tohti, sahada bir tepe olduğunu ve cerrahların ona beklemesini ve silah sesleri duyduğunda gelmesini söylediğini hatırlıyor:
Dedikleri yere gittik. Orada 10-20 ceset vardı. Kafaları tıraşlanmış ve hapishane üniforması giymişlerdi. Alınları havaya uçmuştu. Başlarının arkasından vurulmuşlardı. Bir polis memuru - sanırım infazcılardan biriydi- bize bağırıp "En sağdaki senin" dedi. Kafam karışmıştı. Oraya gittim ve cerrahlarımız beni tutarak "Acele et, karaciğeri ve iki böbreği çıkar" dedi. Söyleneni yaptım. Görevini yerine getirmek için eğitilmiş bir robota dönüşmüştüm. Memurlar ve asistanlarım cesedi kamyonetin içindeki yatağa koydu. Kurban 30'larında bir adamdı.
Çıkarılan organların tuhaf görünümlü bir kutuya konduğunu anımsayan Tohti, "Bana ‘Hadi ekibini toplayıp hastaneye dön. Bugün burada hiçbir şey olmadı, bunu unutma' dediler. Bu bir emirdi. O günden sonra kimse bu olaydan bahsetmedi" diye konuşuyor.
Tohti her ne kadar 25 yıl öncesini hatırlıyor olsa da araştırmacılar Sincan'da söz konusu durumun o tarihten sonra çok daha kötüye gittiğini söylüyor.
"Ölenlerin bedenini ailelere göstermiyorlar"
Şu an Avrupa'da yaşayan Uygur dili ve kültürü uzmanı Abdulveli Eyup ise Sincan'da 2013'te tutuklandığını, hapishanede Çinli memurların emriyle diğer mahkumların toplu tecavüzüne maruz kaldığını belirtiyor.
İkinci tutuklanmasında, hapishaneye siyasi suçlamalarla getirilen Abdurrahman adında bir idam mahkumunun ayaklarına zincir vurulduğunu, bir elinin ayaklarına zincirlendiğini ve yerde yatırıldığını anlatan Eyup, bu kişinin öldükten sonra inancına göre yıkanma isteğini yetkililere ilettiğini ancak gardiyanların bunu reddettiğini, adamın elleri ve ayakları çözüldüğündeyse ayağa kalkamayıp "maymun gibi" dört ayak yürümek zorunda kaldığını anımsıyor.
Serbest kaldıktan sonra Türkiye'ye geçebildiğini söyleyen Eyup, burada Abdurrahman'ın eşi ve arkadaşlarıyla görüştüğünü anlatıyor:
Eşinin söylediklerine göre infazdan sonra aileye bilgi verilmiş ancak kadına kocasının bedenini değil yalnızca yüzünü görme izni tanınmış. Ailenin mahkumun cenazesini yıkamasına da müsaade edilmemiş. Aile infazdan bir ay sonra sadece mezarlığı ziyaret edebilmiş.
(İndependent Türkçe, Haaretz)